8 Temmuz 2016 Cuma

Türklerin İlk Dini Gök Tengri (Ulu Tanrı) İnancı

Türklerin ilk dini Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancıdır. Buradaki Kök = Gök, Ululuğu ifade etmekte ve yüceltmek için kullanılmıştır.[1] Tengri Türklerde asla cisimleştirilmemiş, taşlara oyulup tapılmamış, Tanrı'nın şeklini soranlara Sonsuz Göğün maviliği gibidir, diyerek cevap verilmiştir. Merkezinde Teklikten türeyen Tengri (buradaki /ng/ genizcil ñ sesi olup günümüz Türkçesinde Teñri = Tanrı şeklini almıştır) olan bu inançta Tanrı'ya itaat etmek, ataların ruhlarına ve doğaya saygı göstermek esastır. Orhun Yazıtlarında ilk çözülen kelime olup yazılışı "" şeklindedir.

Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancında Türkler, Büyük dağların, ağaçların ve bâzı göllerin güçlü ruhları barındırdıklarına inanarak dualarını buralarda etseler de bu cisimler tanrı kabul edilmezdi. Sadece onun yeryüzündeki varlığının bir göstergesiydi. Göğün ve yeraltının "yedi" katı olduğuna, her katta çeşitli ruhların varolduğuna inanılırdı. İnsanlar doğaya, ruhlara ve diğer insanlara saygılı davranıp belli kurallara uyarak dünyalarını dengede tutmaları ile kişisel güçlerinin doruğuna varıp dışarıya yansıdığına inanırlardı. Eğer bu denge, kötü ruhların saldırısı veya bir felaketten dolayı bozulursa bir Kam yardımı ya da Tengri'ye verilen bir adak ve kötü işlerden kaçınarak yeniden düzene sokulması gerektiğine inanılırdı.[2]

Bu inancın kalıntılarını günümüzde Moğollarda (Lamaizmle birleşmiş şekilde) ve hâlâ doğa'ya bağlı yaşam tarzı sürdüren bâzı Türk Halkları'nda, (örneğin Altay-Türkleri ve Yakutlarda) bulmak mümkündür; ama Türkler farklı dinlere geçtiğinde de, Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancını (Örn: İslâm'da Yesvilik-Maturidilik-Alevilik olarak, Musevilik'te Karay olarak) geçtiği dini yorumlarken veya geleneksel kültür olarak yaşarken hâlâ sürmektedir. Ağaca çaput bağlama gibi gelenekler, Türkiye Türkçesindeki "Utançtan yedi kat yerin dibine girdim" gibi deyimler, Cem dönmeler - Semah yapmalar ve kopuzla Tanrı'ya yakarmalar, dini yorumlamada ve geneksel kültür olarak Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancını yaşatmaya örnek gösterilebilir. Yine ölen birisin ardından yapılan mevlüd törenleri (haftası, kırkı, elli ikisi ve yılı diye de bilinir) Türklerin Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancından, İslâm'a geçmiş bir gelenektir. Yalnızca Müslüman Türklerde ve Müslüman Boşnaklarda mevlüd okutulur. Genel olarak dini ne olursa olsun tüm Türk kavimlerinde, Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancının gelenekleri görmek mümkündür. Ayrıca Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancının bir kutsal kitap bulunmadığından, Türklerin kadim diniyle ilgili elle tutulur delil Orhun Yazıtlarıdır. Bu yüzden Orhun Yazıtlarına bakarak, Türk inanç sisteminin nasıl olduğunu anlamaya çalışmalıyız. Çünkü Orhun Yazıtlarında, Kadim Türk inancıyla ilgili temel soruların cevapları vardır. Örnek verecek olursak;

Yaratılış nasıl oldu ?
Tengri önce göğü, sonra yeri yarattı. İkisinin arasına da, adamı koydu
(Kültigin Yazıtının, Doğu yüzü)

Zamanın sahibi / onu yaşayan kimdir ?
Zamanı Tanrı Yaşar, insan oğlu ölmek için yaratılmıştır
(Kültigin Yazıtının, Kuzey yüzü)

Nasıl Kağan oldun ?
Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için, kağan oldum.
(Kültigin Yazıtının, Güney yüzü)

Tanrı neye benzer ?
Tanrı'yı bilinen bir şeye benzetip cisimleştiremeyeceğimiz için Tengri-teg Tengri Tanrı kendisine benzer veya göğün sonsuzluğu gibidir şeklinde açıklanarak, Tanrı bir cisme benzetilmez ona şekil verilerek putlaştırılmazdı.

Ölüm sonrası yaşam ve Cennet-Cehennem İnancı var mıydı ?
İyilik yapanların uçmağa (veya uçmah - ocmah - uçmak), kötülük yapanların tamuya (veya tamağ) gideceği şeklinde açıklanan bir öteki dünya inancı vardır. Bu yüzden Türkler öldü demez, Tanrı'ya uçtu diyerek ölüm sonrası hayat olan yaradana kavuşmayı betimler. Bu durum, ÖZ'üne dönüşü ifade eden OZ Tamgasıyla sembolleştirilmiştir.

Yunus Emre'nin dizelerinde sık sık rastlanırdı :

Tutulmadı Yunus canı, geçti Tamu'dan, Uçmak'tan
Yola düşüp Dost'a gider, ol aslına uyarmağa

Fakat Orhun Yazıtlarını ilk olarak hıristiyan menşeili batılılar yorumladığı için, Türklerin Kadim Ulu Tanrı inancını, roma paganizmiyle harmanlanan hıristiyanlık üzerinden yorumlamışlardır. Türklerin Kadim Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancına, hıristiyanlığın bakış açışıyla yapılan yorumlar Türklerin Yazıtlarda açık şekilde anlattığı Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancının anlaşılmasınıda zorlaştırmışlardır. Bunun sebebi ise hıristiyanlığın ve roma paganizminin Türklere uymadığından kaynaklanmıştır. Zira Türklerin dini hıristiyanlığa uyan bir din olsa idi, Türklerin çoğunluğu İslâm'a değil, hıristiyanlığa geçerdi. Türklerin Muhammed Peygamberden önce romayı basıp papaya diz çöktürterek, Türk-haçlı savaşlarını başlattığıda ortadadır. Yani Türklerin, hıristiyanlıkla sorunu, müslüman olmadan çok önce başlamıştır. Bu durumu 1. Cihan harbinden yıllar önce (İngiltere de, 1854 yılında) Kardinal John Newman "Vizigotlar’dan Sarafenlere değin Hristiyanlık ile temasa geçen bütün ırklar ve kavimler er geç Hristanlığı kabul etmiştir. Bunun tek istisnası Türkler’dir. Türkler, Hristiyanlığı kabul etmek şöyle dursun, ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Onun için Türklerle savaşmak, onları yok etmek zorundayız." diyerek durumu özetlemiştir. Türkler, düşmanları ne kadar çok olursa olsun, asla düşmanı karşısında yılmayan ve zorluklar karşısında gerekirse savaşarak ölen ama zorla başını öne eymeyen bozkurt karakterli bir ırktır. Bu yüzden budizmi kabul etmek yerine onunla savaşmış ve budizme geçmeye heveslenen Kağan'ına bile, bu din Türk'e uymayan bir dindir, bu din bize lanet getirir diyerek karşı çıkmıştır. Doğu Türkistan 1949 yılından itibaren çin işgali altında bulunmasına ve Uygur Türkleri kendi vatanında büyük zorluluklar yaşamasına rağmen bugün dahi İslâm'dan vazgeçmemesi, Türklerin bu dine samimi bir şekilde, gönülden inandıkları ve kendilerine uygun gördükleri için İslâm'ı seçtikleri anlaşılmaktadır. Bu yüzden Türklerin dini incelenirken, Türklerin çoğunluğunun kabul ettiği İslâm dinini ele alarak bakılmalıdır. Zira din değiştirildiğinde, kafalar ve gönüller formatlanamaz, eski inancından da beraberinde getirdiği pek çok şey vardır. Hıristiyanlığın roma paganizmiyle harmanlaması veya cahiliye devri arapların emevi eşari zihniyetinde İslâm'a sokulması buna bir örnektir. Türkler Müslüman olduğunda da, Türklerin ilk dini Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancı, İslâm'ın Türk yorumlarında anlayış olarak Yesevilik ve Maturidilik şeklini alırken, Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancının ritüel ve yakarış hali ise Alevilik (Cem dönme - Semah yapma - kopuzla Tanrı'ya yakarma vb) olmuştur. Bu yüzden Orhun Yazıtları esas alınarak ve batılıların aksine Türklerin bu kadar çok uyum sağlayıp adeta birbirini tamamladığı İslâm dininin bakış açısıyla bakarak, Türklerin ilk dini Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancını anlamaya çalışacağız.

Türklerin, Gök Tengri (Ulu Tanrı) İnancındaki Tanrı'ya nasıl inandığı konusuna yabancı kaynaklardanda bakacak olursak;

Tanrı, Eski Türklerde manevi tek büyük kudret idi. Bizanslı tarihçi Simokattes, Göktürklerin yir-sub'lara (yer-su'lar; ırmak, dağ, orman vb doğa varlıkları) saygı gösterdiklerini ama yalnızca yerin göğün yaratıcısı bildikleri tek bir Tanrı'ya taptıklarını bildirmektedir. 790 yıllarında Tiflis'li St. Abo, Hazar Türkleri'nin tek bir yaratıcı Tanrı tanıdıklarını söylemiştir. Yine Hazar İmparatorluğu'nun kağanı, Hıristiyanların teslis'e (Tanrı'yı üçleme) inanmalarına karşın kendilerinin tek bir Tanrı'ya inandıklarını kaydetmiştir. Arap gezgin İbn Fadlan’ın anlatığına göre o sıralarda İslam’a henüz girmiş olan Oğuz Türkleri herhangi bir zorluk veya sevmediği bir durumla karşılaşsa başlarını yukarı kaldırıp -Ey Allah'ım der gibi- “Bir Tengri.” derlermiş. İlginçtir ki aynı gelenek bugün de sürmektedir. Bugün de Türkler haksızlığa uğradıklarında benzer biçimde, "Yukarıda Allah Var" derler.[3]

Araplar İlah'ın Tek olduğunu Muhammed Peygamberle öğrendiler ve İlah'ın Tek olduğunu vurgulamak için başına "El" Takısı taktılar. Arapçadaki "El" takısı, İngilizcedeki "The" takısı gibidir.Sonraki kelimeyi vurgulamak için kullanılır. "El İlah > Elilah > Allah" Yabancı filmleri seslendirirken, İngiliz'in God, Alman'ın Gott, İspanyol'un Dios, Yunan'ın Lord dediği kelime Tanrı olarak çevrilip seslendirildiğinden gereksiz bir ön yargı oluşan, Türklerdeki Tanrı kelimesi ise Teklikten türeyen Tengri'dir. Türklerdeki Kadim Tengri yazılışı ile Muhammed Peygamberden sonraki Tek İlah yazılışı birbiriyle neredeyse tamamen örtüşmektedir.
Özet olarak Türkler, inandığı Gök Tengri (Ulu Tanrı)'yı kendileri şu şekilde tanımlıyorlardı:
  • Tektir, eşi ve benzeri yoktur.
  • Yaratıcıdır; bilinen ve bilinmeyen her şeyi O yaratmıştır.
  • Savaşlarda Tanrı'nın iradesi ile zafere ulaşılır.
  • Buyurur, iradesine uymayanları cezalandırır.
  • İnsanlara kut ve ülüg (kısmet) bağışlar ama bunları layık olmayanlardan geri alır.
  • Canlılara yaşam verir.
  • Ölüm onun iradesine bağlıdır.
  • Varlıklara yaşam verdiği gibi, dilediğinde de onu geri alır.


Türkler Dua ederken de : "Tengri Türk budunu koldasıng." (Tanrı Türk soyunu korusun.) diye dua etmiş ve işe başlarken, Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancının besmelesi gibi olan "Mengü Tanrı'nın Gücüyle" diyerek Tanrı'dan Yardım istemişlerdir.

Başta Kaşgarlı Mahmud olmak üzere İslami dönemin tüm yazarları Allah kasdıyla “Tengri” ismini kullandıkları gibi bütün kaynaklarda her işe; söze kutlu bir nitelik kazandırmak kasdıyla ilk önce “Ulu Tengri’nin adı” anıldıktan sonra başlanması gerektiğini bildirmişlerdir. Yine Musevi karay Türkleri de, Yaratıcıya, Türk ruhaniyetinin simgesi olarak Tengri (Tanrı) diye seslenmişler ve nadirende Allah demişlerdir.[4]

Kadim Türk inancının adı Şamanizm değil, Tengricilik veya Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancıdır

Türklerin Kadim İnancı için kullanılan şamanizm terimi artık 1990'dan itibaren batılı bilimciler tarafından bile uygun bulunmadığı için kullanılmıyor, Tengricilik veya Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancı olarak ifade ediliyor. Rusların Tunguzca bölgesinde duyduğu ve sonuna "izm" ekleyerek, ortaya attığı Şamanizm terimi hem Türkçe'ye hemde bu inancın mantığına ve felsefesine ters düşmektedir. Zira Türklerde Kam ve Baksı yer alırken, Türklerin Kadim inancının merkezinde Tengri yer aldığı için, Şamanizm gibi din görevlisini merkez alan bu adlandırma, bu inancın özüne aykırıdır.[5] Türklerin kadim inancı, daha çok din görevlisi yani rahip merkezli dinlerin etki alanından gelen ya da bu dinlere mensup kişiler tarafından incelendiğinden, Gök Tengri (Ulu Tanrı) İnancı, kendi özüne ve işleyişine aykırı bir adlandırmaya maruz kalmış olduğu 1990'lardan itibaren fark edilmiş ve artık batılı bilim çevrelerince bile şamanizm terimi kullanılmasından vazgeçilmiştir.

Tarih

Hiung-nu (Hun)'lardan kalma altın kemer kilidi. (İsa peygamberin doğumundan önce 3. ila 2. yüzyıl) Doğu Hiung-nu'ları tarafından kullanılan Türk kültüründe, teşkilatlanmadaki rütbeyi gösteren bu kemer bağı, Atilla öncülüğündeki Batı Hiung-nu'ları tarafından Avrupa'ya taşınmıştır. Boks ve güreşlerdeki Altın Kemer kavramının temelide, Türklerin bu kültürel öğesi oluşturur.
Türkistan'da bulunan Kadim Türk yazıtlarından birisi
Süslü Ön Bulgar tamgalarıyla yazılı bir mezar taşı
Hun Ordusu Romaya girerken
Tengri-Kültü'nün en eski kanıtları 3000 yıllık Çin kaynaklarında Hiung-nu (Doğu Hunlar) ve Tue'kue gibi Türk halklarını anlatan yazılarda bulunmuştur.

Hun (Çince de Hiung-nu) hükümdarlarının kanlarının Tengri tarafından kutlandırılmış olduğuna inanırlardı. Destanlarında, Tengri'nin yolladığı bir dişi ya da erkek kurdun kutsal kanının, Türk hükümdar sülalesinde bulunduğuna inandıkları çeşitli yollarla belirtilmektedir. En eskisi ve en yaygın olanı kutsal dişi kurt Asena hakkındaki efsanenin farklı sürümleridir. Birçok eski Türk topluluğunda, Göktürklerde ve pek çok Türk devletlerinde, kendi köklerinin kutsal Asena sülalesine dayandığının vurgulandığını görebiliriz. Bu hükümdarlar, Tengri'den kut alarak tahta geçmişler ve Tengri buyruğu olarak ordular sevk etmişlerdir. kudretli hükümdar ruhu olan kut'u elde etmiş olduklarına inanılarak, Tengri'den kut aldıklarından dolayı adlarına Tengrikut ya da kutluğ gibi eklemeler yapılmıştır.

Göktürkler
Göktürkler, Türk toplulukları arasında inançları, kültürleri ve politikaları hakkında değerli bilgiler içeren yazılı kanıtlar bırakan ilk ulus olmuştur. Orhun Yazıtları'nda Bilge Kağan eski Türk inancını yalnızca bir söz ile açıklamaktadır:

„üzä kök tänri asra yağız yer kılıntıkda, ekin ara kişi oğlı kılınmış.“

(Üstte mavi gök, aşağıda yağız yer kılındığında, ikisinin arasında insan oğlu kılınmış.)

Göktürk hükümdarlarının unvanları sürekli Tengri ile olan bağlantılarına değinir; örneğin "kök tengri yaratmış" ya da „tänri täg tänri yaratmış türk bilge kağan“

Göktürk İmparatorluğu'nun bıraktığı yazıtlarla Tek Tanrılı bir din olduğu kesinlik kazanan Tenricilik veya Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancı, bu kültürde en büyük rolü oynamış ve hatta bu dönemde en parlak zamanlarından birini yaşamıştır. Göktürk hükümdarları halkları tarafından, Tanrının seçtiği elçi olarak kabul edilmiştir. Dört 'il'e ayrılmış olan devletin bu illerinin yönetimi dört il han tarafından temsil edilmiştir.

Bunların yanında Doğu Hun İmparatorluğu'nun devamı olan GökTürklerde, halkın bütünlüğünü korumak için etkili şekilde vurgulanan bir Türk ulusçuluğu yer almış ve Tengriciliğe büyük önem verilmiştir. Çünkü Doğu Hun İmparatorluğu dağılmasından sonra son hükümdarların oğullarının, çinliler tarafından birbirlerine düşman olmaları sağlandığı için Türk Ulusu büyük sorun yaşamış, Doğu Hun İmparatorluğunun güneyde kalan bölümüde Çin'in ipeğine ve tatlı sözüne kanarak Han Çinleri ile birlik olup onlarla etkileşime girdiklerinden dolayı, bu dönemde ve sonraki yüzyıllarda Tabgaçlar gibi birçok Türk topluluğunun Çinlerin arasında erimiş olduğu bilinir. Bilge Kağan, atalarının yaptığı bu hataları yazılarında ayrıntılı olarak ele almış ve ikiyüzlü Çin'in ipeğine ve tatlı sözüne kanma diyerek halkını Çinlilerden gelen tehlikeye karşı uyarmıştır.

Göktürk yazıtlarında bulunan diğer bir cümle, Tengricilikteki (Gök Tengri / Ulu Tanrı inancındaki) mahşer günü hakkında bir fikir verir:

Üze Tengri basmasar, asra yir telinmeser, Türk budun ilingin törüngün kim artatı udaçı erti?

(Üstte gök çökmezse, altta yer delinmezse, Türk milleti, senin ilini, senin töreni kim bozabilir?)

Böylece Göktürklerde dünyanın sonunun 'gök'ün çökmesi ve yerin delinmesi ile gerçekleşeceğine inanıldığı söylenebilir.

Kalıntılardan birinde, Türk töresine uymayan Budizm'in Türklerin arasında yayılmaması için uyarıcı bir metin bulunmaktadır. Metinde Büyük Kağan'ın kardeşi, Budizmin, Türkleri umursamaz, tembel ve edilgin yaptığını ve bunun lanet getireceğini bu yüzden önlenmesi gerektiğini kaydetmektedir.

Tengriciliğin Türk Töresinden sapmamak kaydıyla diğer inançlara karşı anlayışının ve hoşgörüsünün kanıtlarını bulmak mümkündür. Örneğin, Karadeniz'in kuzeyinde yapılan kazılarda, Tengrici oldukları bilinen Ön Bulgarlar'ın kalıntıları arasında, Hazar Türkleri ve Peçenekler gibi bir kısmının Musevi ve Hıristiyan da olduğuna dairde kanıtlar bulunmuştur.[6]

Moğollar
Moğolların ve birçok Türk boylarının önderi olan Cengiz Han'ın da diğer inançlara karşı düşmanca bir tutumu yoktu. Savaş olmayan zamanlarda, hatta bazen savaşlardan sonra, oruç ile "ruhunu arıtırdı". Türk boylarını birleştirip insanlık tarihinin en büyük devletini kurmuş olan hükümdar, konuşmalarına daima, Sonsuz "Kök Tengri'nin" (Ulu Tanrı'nın) dileğiyle.. sözünü söyleyerek başlardı. Cengiz Han'ın döneminde Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancı, Hunlardan ve Göktürklerden sonra, tekrar ve son kez, büyük bir ün kazanmıştı.

Kubilay Kağan, Çin'i fethettikten sonra oradaki yaygın dinlerle de ilgilenmeye başlamıştır. Örneğin; Tengricilik ile zaten akrabalığı olan, Türklerin Çine taşıdığı "tek bir gök felsefesi" Tien Min ile ilgilenmiştir. Ama özellikle Budist Uygur-Türk rahiplerinin bilgilerine ve eğitimlerine hayran kalmış ve onlardan bir heyeti, Buda'nın felsefesini Moğolların arasında da yaymak ve yeni bir Buda tapınağı kurmak görevi ile Karakurum'a göndermiştir. Bu rahipler sadece bugüne kadar Moğolistan'da var olan Lamaizmi değil, Uygurların kendi dillerine göre şekillendirdikleri sanskrit alfabesini de Moğolistan'a taşımışlardır.

Ama Budizm'e rağmen, Tengricilik Moğolistan'daki ağırlığını sürdürmüş, Budizm, Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancıyla yorumlanmıştır. Bugünkü Moğolların Budizmi, küçük bir Buda heykelini, boylarının Ongun'u ve ulu ataları Cengiz Han'ın resmi ile birlikte çadırın kutsal sayılan kuzey köşesine yerleştirmekten ibarettir.

Avrupa'da Tengricilik
Tengricilik, Hunlar, Avarlar, Ön Bulgarlar, Kumanlar ve antik çağın bâzı diğer savaşçı Türk ve Moğol toplulukları ve daha sonra da Cengiz Han'ın Altın Ordusu tarafından Avrupa'ya da taşınmıştır.

Türkler hangi dine geçerse geçsin, Tengri'siyle beraber gelmiş ve Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancınıda bırakmamışlardır. Bu yüzden yakın dönemde Avrupa içlerinden Balkanlara kadar batılılar tarafından Türklere karşı soykırım ve mezalimler yapıldığından dolayı İslâm'iyeti seçen Türk nüfus yok edilmiş veya AN-adolu'ya göç ettirilmiş olsada, Doğu ve Orta Avrupa'da hıristiyan olsalar dahi halen, Tengri'ye dua eden Türk kavimlerine rastlamak mümkün olmuştur.[7]

"Tudomany" kelimesi eski Macarcada "esrarengiz bilgi" anlamına gelirdi (günümüzde "bilim" demektir). "Taltos" denilen Macar Kamları günlerce sürebilen bir manevi dalıştan sonra "tudomany"yi elde ederlerdi. "Taltos" kelimesi Eski Türkçe "tal-" ya da "talt-"'dan (günümüz Türkçesi: "dalmak") kaynaklanır ve "bayılmak" ya da "kendinden geçmek" anlamına gelir. Kam olma işlemi, Kam olacak kişinin kendinden geçmiş bir vaziyette "Gök'e kadar uzanan ağaca" (Macarca "Tetejetlen nagy fa") tırmanması ile gerçekleşirdi. Bu "Dünyalar Ağacı", bu halkların inancının bir parçasıydı.[8]

Ön Bulgarlar, Gök Tengri'ye "Tangra" derlerdi ve Tengricilik için Tanrı'ya yakarma yerleri olan dağların kutsallığına inanma kapsamında Balkan'ın en yüksek dağına "Tangra" adını verdiler. Bu dağın adı Osmanlılar tarafından 15. yüzyılda "Maaşallah"'a çevrilene kadar böyle kalmıştır. Bugünkü Bulgarca'da bu dağın adı Maaşallah'tan türetilmiş şekilde "Musala"'dır.

Bulgarların Tengriciliği 864 yılında Boris Han'ın (Mikail) I.'in Hristiyanlığı kabul etmesi ile sona ermiştir.

Avrupa'ya yerleşmiş olan Tengrici Türklerin bir kısmı, yerli olmaları ile birlikte zamanla eski inançlarını unutmuş ve diğer Slav, Germen gibi halklarla etkileşimde bulunmuştur.

Diğer Türkler
10. yüzyıl öncesinde Araplar ve Farslarla temasa girip İslam'ı kabul etmiş olan Türk boyları vardır. Ama İslam'ı toplu halde kabul etmiş olan ilk büyük Türk topluluğu, Saltuk Buğra Han hükümdarlığındaki Karahanlılar olmuşlardır (920). Bundan sonra İslam, Türkistan'ın güneybatısındaki Türk kavimleri arasında hızla yayılmıştır.

762 yılında Bögü Kağan, Göktürk ülkesinin parçalanmasından doğmuş olan Uygur ülkesinde, Mani dinini ülkenin resmî inancı olarak ilan etmiştir. Ama Farslardan alınmış olan Mani dini, eski Türklerin Tengricilik ilkeleriyle ve Türk töresiyle kesinlikle bağdaşmadığından Uygur halkının tümüyle bu dini kabul etmemiştir.

Bundan yüz yıl kadar sonra, Uygurların çoğunluğu Budizmi kabul edip bu temelin üzerine ilk "budist Türk kültürünü" geliştirmişlerdir. Hatta Budizmin öncüleri olup, dini diğer halkların arasında yaymaya başlamışlar, binlerce Çince ve Sanskritçe Budist yazısını özenle Türkçeye çevirmişlerdir. Budizmi kendi kültürlerine göre şekillendirmiş ve hatta Türkler için kadın erkeğiyle bir olduğundan, Budizm'inde ilk kez kadınlar için bir manastır inşa ederek "Budist rahibeler" geleneğini başlatmışlardır. Bugünkü Uygurlar çoğunlukla Müslümandır. Uygurlar bâzı güzel geleneklerini de İslam'a taşımışlardır. Örneğin, kendini ruhsallığa adamış, maddi varlığı olmayan, gezgin rahip geleneğini İslam'da da devam ettirerek, kapı kapı dolaşarak hayır duaları ile geçimini sağlayan ve bazen ermiş olarak görülen derviş geleneğini çıkarmışlardır. İslam'daki tüm derviş şekilleri buradan kaynaklanmışdır.

16. yüzyıldan sonra, Sibirya'nın Türk kavimleri Ruslar tarafından gitgide Hristiyanlaştırılmaya ve Türklüğü yok etmeye çalışılmıştır. Ama bu toplulukların Hristiyanlığında hâlâ Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancını bulmak mümkündür. Örneğin hâlâ Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancının geleneği sürdürülmektedir ve köylerdeki Kamlara olan güven, köyün papazına ya da doktoruna olan güvenden daha fazladır. Bugün Tengricilik, Moğollarda Lamaizm ile karışmış bir şekilde ve hâlâ doğaya bağlı bir yaşam sürdüren bâzı Sibiryalı küçük Türk kavimlerinde görülmektedir. Bâzı Müslüman Türkmen ve Kırgız boyları da kadim dini törelerini, İslami dualar ile karışık şekilde uygulayan kamlara da rastlamak mümkündür.

Son yüzyıllarda birkaç defa Tengriciliği modernleştirme ve canlandırma denemeleri yapılsa da bu çabaların çoğu, sscb rusyası tarafından, şiddetli ve kanlı bir şekilde son verilmiştir.

Gökteki Kutsal Nesneler

Güneş, ay, ateş ve su, insanlara yaşam ve ışık nimetlerini veren Tengri'nin, kudretinin sembolleridir. Günümüz Türkçesinde yer alan Aşk kelimeside, Işk'dan gelmiş ve Tanrı'ya duyulan sevgiden türetişmiştir. İnsanların Tanrı'ya yakarıp, dua ederek elde ettiklerine inandıkları "Buyan" adlı enerji, yoğun olarak yeni ay ve dolunayda elde edilebildiğine inanılır. Senenin en uzun gününün yaşandığı ve gündüz ile gecenin eşit olduğu günler, Türkler için en önemli bayramlardır. Buna bağlı olarak Doğan'ın uyanış zamanı ve Türklerin Ergekon (Ergene-kun)'dan çıkış günü olan 21 Mart, Türklerin Diriliş Günü / Yeni Gün bayramı olarak kutlanmıştır. İslâm'iyetle birlikte, Türklerinde Yeni Gün bayramı farsça Nevruz olarak anılsa da, ateşten atlanarak arınma ve demir dövme gibi Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancının gelenek ve görenekleri devam etmiştir.

Türklerde Yılbaşı ise, 21 Aralık'tan sonra gelen ilk yeni ayda, "Kızıl Güneş Bayramı" 21 Haziran'dan sonra gelen ilk dolunayda kutlanır.

Evrene Bakışı

Aynı yeryüzündeki insanlar gibi yeraltında hayat sürdüren varlıkların resmedildiği görsel.
Çoğu kadim inançlardaki gibi Tengricilikte de gerçek âlemin yanında bir "gök âlemi, " bir de "yeraltı âlemi" vardır. Bu âlemlerin arasındaki tek bağlantı, dünyanın merkezinde duran "Dünyalar Ağacı"dır.

Gök âlemi ve yeraltı âleminin yedişer katları vardır (bazen yeraltı dokuz, gök de 17 kat olarak geçmektedir). Kamlar bu âlemlere yolculuk yapmak için birçok girişler tanırlar. Bu âlemlerin katlarında, aynı yeryüzündeki insanlar gibi bir hayat sürdüren varlıklar vardır. Onların da kendi saygı gösterdikleri değerleri ve kamları vardır. Bazen bu varlıklar yeryüzünü ziyaret ederler ama insanlara görünmezler. Sadece ateşin garip bir cızırtısında ya da bir tilkinin havlamasında kendilerini belli ederler ve kamlara görünürler. Buna göre Dünya sadece üç boyutlu bir ortam değil, aynı zamanda sonsuz boyutta sonsuzluk içinde durmadan dönen bir çemberdir. Her şey bu çemberin içine bağlıdır ve çember durmadan eskir ve yenilenir. Dünya'nın üç boyutu, Güneş'in hareketi, durmadan hareket halinde olan mevsimler ve bütün yaratıkların ölümden sonra tekrar doğan ruhlarından oluşur

İnsanların ruhları
Tengricilikte insan ve hayvanların birden çok ruha sahip olduklarına inanılır.

Ruh türleri
Kuzey Amerika'da, Orta ve Kuzey Asya'da araştırmalarda bulunmuş olan batılı araştırmacılardan Paulsen ve Hultkratz, bu ruh inancının bütün halklarda aynı olan iki ruhunu şöyle açıklamışlardır:

Nefes, hayat ya da beden ruhu
Gölge ruhu/serbest ruh

Tanrı, ölüm anında nefisleri/canları alır, ölmeyenleri de uykularında; sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, diğerlerini de belli bir süreye kadar salıverir. [9]

Kuran'da da ölüm anında candan / nefisden çekilen bir beden ruhunun, birde insanlar uyuduklarında ruhlarının Tanrı katında bulunduğunu (Bize göre burası zamanın, dünya zamanından farklı işlediği bir mekandır, çünkü uyku halinde 2 dakikalık bir olay hatırlarız ama aslında 6-7 saat uyumuşuzdur. [10]), ölecek olanların ise ruhlarının tutulduğu bir Serbest ruhunun olduğuna işaret etmektedir.

Bunların yanında kavimden kavime değişen "kısmet ruhu", "koruyucu ruh" ve bir de "çocuk ruhu" inancını tarif etmişlerdir. Yeni doğan bir çocuğun "Omi ruhu" olduğuna ve bu çocuk, bir yaşına girdiğinde bu ruhun "Ergen ruhu"na dönüştüğüne inanılır. Ayrıca aynı kavme ait olan insanların bir "ortak ruh"a sahip olduklarına inandıkları tespit edilmiştir. Bu "ortak ruh" inancı, aynı türe ait olan hayvanlara da yansıtılır. Yani aynı türe ait olan hayvanların büyük bir toplu ruha bağlı olduklarına inanılır.

Ruh adları
Türklerde ve Moğollarda insan ruhları için "Özüt, Süne, Sünesün, Kut, Sür, Sülde, Salkin, Tin, Körmös, Yula" gibi birçok farklı isimler bulunur ama bunların özellikleri ve anlamları henüz yeterince araştırılmış değildir.

Jean Paul Roux, bu ruhların yanında bir de Uygurlar'ın Budist dönemlerinden kalan yazılarda sözü edilen "Özkonuk" ruhuna dikkati çeker.

Moğolistan'a araştırmalar yapmak için gidip sonunda hayatını Tengriciliğe adamış ve "Sarangel Odigen" adlı Kam olarak Moğolistan'da vefat eden bilimci Julie Stewart, Tengricilik hakkında yazdığı makalelerinden birinde ruh inancını şöyle tarif etmiştir:

Özüt ruhu: Nefes almayı ve vücut ısısını sağlar. (Kaşgarlı Mahmud, yazdığı Divânu Lügati't-Türk adlı eserinde "Özüt ruhu"nu nefes ruhu olarak tarif etmiştir).
Sülde ruhu: Bir insana kişiliğini veren benlik ruhudur. Diğer ruhlar insan vücudunu terk ederse sadece baygınlığa, benliğini yitirmeye ya da komaya yol açarlar. Fakat bu ruh vücudu terk ederse insan ölür

Kut ve Iduk

Kut: Tengri'nin sadece hükümdarlara verdiği güçlü bir ruhtur. Tengri, bu ruhu bir kağana uygun gördüğü zaman verir ve yine uygun gördüğü zaman geri alır.

Iduk: Yer Su'ların ve bâzı diğer dişi cinsiyetli kutsal varlıkların ismine katılan bir ektir ve henüz yeterince araştırılmamıştır. Jean Paul Roux'un fikrine göre, "Kut"un dişi varlıklara verilen uyarlamasıdır.

Türk söylencelerindeki güçlü ruhlar

Kadim Türklerin yayıldığı bölgelerde yaşayan Türk kavimlerinde, çeşitli söylenceler ve bu söylencelerde yer alan farklı ruhsal öğeler yer alır.

Sibirya Türklerinde
Örneğin Günümüzdeki Yakutlar ve Altaylar, şu kutsal varlıkları tanımaktadırlar:
  • Kayra Han: Altaylılarda Gök'ün en yüksek katında, altın bir sarayda, altın bir tahtta oturduğu anlatılır.
  • Ayzıt ya da Aykız: Gök'ün 3. katında oturur. Kamlar alkışlarında (alkış= Dua) inanılmaz güzelliğini methederler.
  • Gün Ana: Güneş ruhu. Güneş ile birlikte Gök'ün 7., yani en yüksek katında oturur.
  • Ay ata ya da Ay dede: Ay ruhu. Ay ile birlikte Gök'ün 6. katında oturur.
  • Alasbatır: Ev hayvanlarının koruyucusu.
  • Su İyesi: Suda yaşıyan güzel peri kızlarıdır. Kendilerini yılana ya da kuşa çevirebilme yetenekleri vardır.
  • Satılay: Kötülük ruhu. İnsanların dengesini bozar, yoldan çıkarır ve ruh hastalıkları getirir. Çaresiz insanları intihar etmeye ikna eder. (İslâm'daki vesvese veren Hanzep isimli şeytan)
  • Arah, Toyer, Tarila, Sabıray: İnsanların ruhları hakkında kararlar veren hakim derecesindeki ruhlar. (İslâm'daki sorgu melekleri)
  • Gölpön Ata: Koyunların koruyucusu.
  • Erdenay: Haberci. Gök Tanrı'nın insanlara bildirmek istedikleri kararları insanlara ileten ruh. (İslâm'daki Cebrail)
  • Kambar Ata: Atların koruyucusu.
  • Od Ana: Ateşin ve ocağın ruhu.

Kadim Türk inancında Gök'ün 7 katı vardır. Kuran'da da Göklerin 7 kat olduğundan bahsedilmiştir:

Üstünüze yedi sağlam gök bina ettik. [11]

Doğa ruhları
Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancında tabiat ruhlarla doludur. Bu ruhlar bulundukları yerlere ve özelliklerine göre kategorilere ayrılırlar. Bunların isimleri Türk halklarının farklı ağız ve lehçelerine göre değişebilir. Ama bunlar, genel olarak, Tengri tarafından görevlendirilen kuk ve Doğa (Türklerde "Yer su", Moğollarda "Gazriin ezen") ruhları olarak iki büyük gruba ayrılabilirler:[9]

Rafael Bezertinov yazdığı "Tengrianizm: Religion of Turks and Mongols" adlı kitabında, Türklerde 17 kutsal varlığın, Moğollarda ise 99 "Gök ruhları"nın 77 "Yer ruhları" ile karşı karşıya durduklarını ortaya koymaktadır.

‘Kuk’ lakabı ayrıca at, koç, boğa, geyik, köpek ve kurt gibi bâzı hayvanlara da verilmektedir. Bu yakıştırma, hayvanın rengine (alaca) değil, Gök'e ait olmasına dair verilirdi: Kuk – Tengre, yani kutsal öze sahip.

Kamlar, birçok ruhu kontrol edebilir ama bâzı gök ruhları o kadar güçlüdür ki bir kam onları etkileyemez. Bir ruh, sadece denge bozulduysa ve düzeltilmesi gerekliyse rahatsız edilebilir. Önemsiz meseleler veya sırf merak için rahatsız edilmemeleri gerekir.
  • Yer su (Moğolca: Gazriin Ezen, Yakutca: Ayy): Doğa ruhlarıdır. Bir dağın, gölün, ırmağın, kayanın, ağacın, köyün, binanın; hatta bütün bir ülkenin ruhu olabilirler.
  • Çor (Moğolca: Çotgor): Dengeyi bozan, bedensel ve ruhsal hastalıklar getiren kötülük ruhlar.
  • Ozor ruhları: Ongun ruhları ve Burhan ruhları çoğunlukla iyi ruhlardır, ama zaman zaman sorun da yaratabilirler.
  • Körmöz (Moğolca: Utha): Ölmüş kamların ruhlarıdırlar. Yeni ölen insanların ruhlarına yol gösterirler ve onları gitmeleri gereken yere götürürler.
  • Burhan: Burhanlar çok güçlüdürler ve bir kam onları etkileyemez. Eğer bir insanı hasta ettilerse, sadece hastayı rahat bırakmalarını rica edilebilirler.

Altaylıların bâzı güçlü doğa-ruhları
  • Altay Han: Altay dağlarının güçlü bir ruhu.
  • Buncak Toyun: Buzul Toyun ile birlikte gök âleminin en yüksek katına giden yolun bekçiliğini yapar.
  • Demir Han: Güçlü bir dağ ruhu.
  • Talay Han: Güçlü bir dağ ruhu.
  • Okto Han: Yer Su kategorisinden güçlü bir dağ ruhu.

Kutsal dağlar, göller ve ağaçlar

Gök Tengri (Ulu Tanrı)'ya dua ederken, eller göğe açıldığı gibi diz çökerek sağ eli, sol göğsün (kalbinin) üzerine götürerek de dua edilirdi. Tengri'ye saygıyı ifade eden bu duruş şeklini Türk Kağanları sık sık kullanırdı. Bunu Bilge Oğuz Kağan'ın buluntularında görebildiğimiz gibi İslâm sonrası Türk başbuğlarının Görsellerinde de bulabiliriz.
Tengrici bir insanın doğaya karşı büyük saygısı vardır, çünkü doğa ruhlarla doludur. Büyük bir dağın, görkemli yaşlı bir ağacın, bir gölün ya da bir vahşî hayvanın bir ruhu ve böylece bir kişiliği vardır. İnsan doğadan sadece kendine ve ailesine lazım olduğu kadarını alır, savurganlık Tengri'yi öfkelendirir ve Yer sularını azaltır.

Çin'in Tang döneminden kaldığı düşünülen Göç destanında Türkler, 40 kuşaktan beri kutsal saydıkları ve ondan güç aldıkları bir kayayı Çinlilere bırakırlar. Gök, âniden garip sarımsı bir renge bürünür, kuş ötüşleri ve doğadaki diğer sesler kesilir, bozkırlar sararmaya, solmaya başlar, Türklerin ve sürülerinin arasında salgın hastalıklar çıkar ve doğada canlı cansız ne varsa sesleri duyulur "gööç gööç" diye. Tanrı'nın Türklere armağan ettiği kutsal kayanın düşmana verilmesi, Tanrıyı kızdırır. Bu yüzden Türkleri memleketlerinden kovar ve cezalandırır. Burada Türk Yurdunun bir karış toprağı hatta taşı bile, düşmana verilemeyeceğinin vurgulanırken, doğada bulunan canlı (hareketli) ve cansız (hareketsiz) bütün varlıkların bir ruhu olduğu inancıda açıkça görülür.

Kadim Türklerin Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancında ulaşılması zor Yüksek Dağlar, Tanrı'ya ibadet yerleri olarak görülür. Bu yüzden Türk kavimleri, Tanrı'ya yakarmak için yaşadığı bölgenin en yüksek dağına çıkar. Böylece Avrupa'nın içindeki Alp Dağları gibi günümüze kadar gelen Avrasya'daki önemli dağ isimleri, bu Kadim Türk inancının kalıntıları olarak muhafaza edilmiştir. Türkler Tanrı'ya yakarırken, İki elini göğe kaldırarak veya diz çöküp sağ elini sol göğsünün (kalbinin) üzerine koyarak saygılı ve samimi bir şekilde dua ederler

Bâzı kutsal dağlar ve göller
  • Han Tengri (Kazakistan) Kazakistan
  • Issık Kul Kırgızistan Kırgızların söylencelerinde güçlü bir ruhu barındıran kutsal göl.
  • Musala (Bulgaristan) Bulgaristan Bu dağ, Balkanların en yüksek dağıdır ve 15. yüzyıla kadar bir Türk kavmi olarak yaşayan Ön Bulgarların verdiği Tangra (Tengri) isimi ile tanımlanmıştır. Daha sonra Osmanlılar bu dağa "Maaşallah" ismini vermiştir. Günümüzdeki Bulgarlar, maaşallahtan türetilmiş olarak "Musala" derler.
  • Tanrı Dağları - (Uygur Türkçesinde: Tengri Tav ) Doğu Türkistan'da bulunan büyük dağ sistemlerinden birini oluşturan sıradağlardır. Tengri'nin Türk ismini burada verdiği iddia edilir.

Kansız kurban geleneği
Türklerde Kan kutsal bir öneme sahipti ve kurbanlar kansız bir şekilde boğdurularak yapılırdı. (Osmanlı'da da bu gelenek devam etmiş, taht kavgaları çıkarak Türk yurdunun bekası için öldürülen şehzadeler (Tiginler) Türk'ün kutsal kanı akıtılamayacağı için boğdurularak öldürülmüştür.) Kansız kurban adaklarında en çok makbule geçtiğine inanılan adak hayvanları beyaz atlardır. (Günümüzün Müslüman Kırgızları, kurban bayramında da Türklerde çok değerli bir yeri olduğu için at kurban etmeye devam ederler.) Atların dışında koyun, keçi ve sığır da kurban edilirdi. Kurban edilecek hayvanlara karşı saygı duyulur ve hayvana gereksiz acı vermemeye çalışılırdı. Kansız kurban etme geleneği Moğolistan'da halen devam ederken, Türklerin çok büyük bir kısmı müslüman olduğu için kansız kurban geleneği sona ersede, Türkler kurban edilecek hayvanlarına saygılı davranma ve hayvana gereksiz acı vermeme adetini devam ettirmişlerdir.

Kadim Türklerde Güneş


Türkler yıkılmaz anıt gibi sapa sağlam durması için, yaşayışlarını - inanışlarını taşlara kazımışlardır. TEK ve YARATICI KUDRET’i ifade içinde GÜNEŞ resmi çizmiştir. Bu hiç bir zaman onun GÜNEŞ’e taptığı anlamına gelmez! Zaten Türklerde tapınma yoktur, Tanrı'ya bile tapmamış sadece ona inanmış / iman etmişlerdir. Gökte ve yerde görülen, ve de tek olan bu cismi, YARADAN’ın sembolü olarak kullanmıştır. Çünkü GÜNEŞ hayat verir, toprağı canlandırır, bitkileri yeşertir. İnsanları ısıtır. Bazen de kurutur, öldürür. Sonsuz bir enerji kaynağıdır.

Günümüzde UYGUR TÜRKLERİDE, dualarında "Ey GÜNEŞ’i ısıtan TANRI!" derler… Yani "GÜNEŞ bizi ısıtıyor, ama biliyoruz ki, onu da bir ISITAN var." Bu anlayış Kadim Türklerdeki GÜNEŞ anlayışının, toplumsal hafızayla günümüze yansımasıdır.

Tengri'nin KÜN-AY yoluyla BU'luk selâhiyetini Türklere verme merasimi (Tamgalı sayı sıntaşı, 56* P. K. AĞAN)
Kadim Türklerin GÜNEŞ anlayışıyla ilgili elimizdeki en eski belge, TAMGALI SAY’da bulunan KAYA RESMİ’dir.[12] Resmin tarihi, Sovyet Bilim Akademisi araştırmacıları tarafından İ.Ö. 8000 olarak tesbit edilmiştir. [13]

Belgenin anlatmak istediği şudur:

KÜN(güneş) ve EKİ(EYKİ-ay, tamamlayıcısı) gökten yere, BUĞ’u takdis için inmişlerdir. Resmin (Tengri'nin KÜN-AY yoluyla BU'luk selâhiyetini Türklere verme merasimi) sağ alt tarafında (saçlı iki insan figürü halinde) bulunmaktadırlar. BUĞ’a (bey) BU’luk (han) ünvanı vereceklerdir. Güneş ve Ay'ın temsili olarak kullanılması, Kuranda da Peygamberlik gibi kutsal bir görev verilirken, kullanıldığı görülür. Örneğin Yunus suresi 4. Ayette, Yunus Peygamberin Peygamberlik müjdesi olarak gördüğü rüyayı babasına anlatırken;

Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun eğiyorlardı

Böyle bir ünvana sahip olan kişi, kendisi için değil halkı için hizmet etmek zorundadır.

Kısaca bu zorunluluk,
■ bir GÖREV’dir,
■ bir YETKİ’dir, ve aynı zamanda
KUTSAL’dır!

Bu yüzden ünvan, ancak TAKDİS-KUTSAMA töreni ile kurultay toplanarak verilir.

Eski Türklerde cenaze törenleri


Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancında; İyi ruhların uçmağa (cennet), kötü ruhların tamuğa (cehennem) gideceğiden dolayı, Ölen kişinin ruhu (tin) uçmağa gidebilmesi için, Türk halkları içinde dönemsel ve bölgesel farklı cenaze merasimlerine yer verilmiştir.

Örneğin farklı cenaze merasimlerini ele alırsak; Türkler, Ateş'in temizleyici bir özelliği bulunduğuna inanılır ve Türklerin eski dönemde bazı bölgelerde cenazelerini yakarak arındırdığını fakat yaygın olarak gömme adetini uyguladığını biliyoruz. Bununla alakalı olarak Eski Çin yazılarında Usunların cenazelerini erken dönemlerinde yaktıkları ve daha geç dönemlerde gömdükleri hakkında kanıtlar bulunmaktadır. Gömme adetinde Türkler gömülecek cenazeler için mezarın konumu bir akarsunun yakını veya yüksek bir dağın eteği seçilirdi.

Kaşgarlı Mahmud da eski Türklerin cenaze gelenekleri hakkında çok faydalı bilgiler aktarmıştır. Yukarıda saydığımız geleneklerin yanı sıra ağaçların üstünde sergilenen cenazeler olduğunu, Cenaze merasimlerinde geride kalanların, yüzlerini bıçakla kesik atarak kan akıtmış ve göz yaşlarının kan ile karışıp akmasını sağladığını söylemiştir. Türklerde derin anlamı olan Kan ağlama deyimide buradan yer etmiştir. Ölen kişinin Alp'lik (Yiğitlik - Kahramanlık) derecesine göre balballar dikilmiş ve sagular (ağıtlar) yakılmıştır. Bu saguların Türkler arasında en bilineni, "Tengri'dir Yaratan, Tengri'dir Üstün Kılan. Türk'ü Yaratanda Tengri, Üstün Kılanda Tengri" diyen, iskit - saka Türk devletinin yenilmez başbuğu Alp Er Tunga'nın, farslar tarafından davet edildiği sofrada içeceğine zehir katılarak öldürülmesi sonucu yazılan Alp Er Tunga öldü mü sagusudur. Dikkate alınan geleneklerden ilk 7-40-52 günleri önemlidir. İslâm'da da 7'si, 40'ı, 52'si çıkmak terimi buradan gelmiştir. Bazı kavimlerde cenaze çıkan bir evden 40 gün boyunca ölünün adının anılmayacağını, zira ölünün ruhu o evi terk etmeyeceğine ve gitmesi gereken yola çıkmayacağına inanılır.

Jean-Paul Roux'nun Türklerin ve Moğolların Eski Dini başlıklı çalışmasından:

“Ölümü izleyen dönemde bazen birdenbire ortaya çıkan, bazen önceden düzenlenen ağlayıp sızlamalar ile cenaze törenlerinde yer alan ritüele dayalı dövünmeleri birbirine karıştırmamak gerekir. Çinliler, bu ayrımı gayet iyi yapmıştır. Konuyla ilgili tanımlamaları klâsik niteliktedir: ‘Onlar, cenazenin içinde olduğu çadırın kapısı önüne gelir gelmez kanlarının gözyaşlarıyla birlikte aktığının görülmesi için yüzlerini bir bıçakla kesmektedirler.’ Jordanes bunun Hunlar tarafından da yapıldığını belirtmiştir. Diğer gözlemciler arasında İbn Faldan, ‘korkunç bir şekilde bağırıp yakaran’ erkekler olduğunu açıklamaktadır. Aynı zamanda at yarışları düzenlenmekte, yani ölünün çevresinde düzensiz şekilde dönülmekte, ayrıca koyunlar ve atlar kurban edilerek ‘çadırın önüne serilmektedir’. Ölünün seyredilmesi için açıkta bırakıldığı süreyle ilgili olarak dikkat çeken yedi rakamına, çoğu kez değişik faaliyetler söz konusu olduğunda da rastlanmaktadır: yedi yara, yedi defa çevresinde dönüş…

Gömülme tarihi geldiğinde ceset, Herodot tarafından belirtildiği ve Pazırık kazılarında da görüldüğü gibi en azından Saka Türklerinde ve Moğollarda mezarına kadar taşınmak için araba üzerine konmaktadır. Tukiulerde, Vuhuanlarda, Huan-Huanlarda ve diğer Türk kabilelerinde bunlara bir cenaze alayı eşlik etmektedir. Cenaze törenleri bir araya gelmek için büyük nedenlerden birini oluşturduğu için eskiden olduğu gibi günümüzde de halk toplanmakta ve bunun için uzak yerlerden gelinmekte, yabancı heyetler davet edilmektedir.”

“Halen ölüme uçan ruhun shungkur, sungur şeklinde algılanmış olup olmadığını tespit etme imkânımız yok, ancak ‘öldü’ demek yerine shungkur boldi, ‘sungur hâline geldi’ ve uçtu - uçmağa vardı deyiminin İslam dinini kabul ettikten sonra bile Batı Türklerinde kullanıldığı görülmektedir.”

Emel Esin'in Türklerde Maddî Kültürün Oluşumu adlı eserinden:

“Kök Türkler hakkındaki Çin rivayetlerinden anlaşıldığına göre ceset, kubbeli ve yuvarlak biçimli olan kurgana yatırılıyordu. Takvimde uygun bir gün seçerek yuğ merasiminin iki safhası icra edilirdi. Kök Türk beylerinin mezar taşlarında yuğ tarihleri verildiğine göre, gün belirlenirken bâzı astrolojik düşüncelerin varlığından da söz edilebilir. Esasen görüleceği gibi mezar taşlarında astrolojik simgeler de bulunuyordu. Merasim için seçilen günde ceset, at üzerine bindirilip bazen çadır şeklinde bir köşk içinde silahları ve madenî ayna gibi kıymetli eşyaları yakılıyor ve başka bir mevsimde küller gömülüyordu. Türk kağanlarının mezar abideleri dağ şeklindeydi. Ölen kişinin, önemine göre bu kurganlar büyük olabiliyor. Daha sonra Kök Türklerde ve Oğuz Türklerinde olduğu gibi ceset yakılmadan gömülüyorsa giyimli ve zırhlı olarak, silahları ve elinde bir kadeh içki bulunan ceset, atıyla mezara yerleştiriliyordu. Mezar âbidesi olarak ölenin bir portresi ve hayatı sırasında giriştiği savaşlardan sahneler tasvir ediliyordu.

Ölen kimsenin hayattayken savaşta öldürdüğü kişilerin simgesi olan taşlar veya heykellere balbal deniyor ve bunlar da mezarın etrafına dikiliyordu. Balballar ve ölene kurban edilen hayvanlar, öbür dünyada hizmete tahsis edilmiş sayılıyordu. J. R. Hamilton ve E. Tryjarski tarafından yeni okunan geyikli bir Kök Türk mezar taşı yazısından anlaşıldığı üzere kurban edilen hayvanların da tasviri yapılıyordu.

Ölenin, onun maiyetinin ve balballar ile kurbanlık hayvanların tasvirleri dikili taşa oyulmuş bir heykel veya kabartma olmaktaydı. Ölenin hayat safhalarını temsil eden levhalar da taşa naklediliyor veya az kabartmalı şekilde oyuluyor ya da kırmızı boyayla çiziliyordu. Bu eserlerin üslubu çarpıcı bir ifade biçimiyle kendini gösteriyordu. İnsan tasvirlerinin hiçbiri diğerine benzememekte, kaynaklarda ölenin portresinin yapıldığı hakkındaki bilgi teyit edilmiş bulunmaktadır. Bu mezar âbidelerinin bazısında Türk sanatkârlarının adları da okunmuştur.”

“Sonuç olarak, Türklerin cenaze törenleri için kullandıkları değişik yöntemlerden çoğunlukla şu şekilde sıralanır:
  • Yakılan ceset
  • Ağaçta sergilenen ceset
  • Mumyalama uygulanan ceset
  • Gömülen ceset

Bu durumlardaki ilk üç işlemden sonra da çoğunlukla bir gömme işlemi gerçekleştirilmektedir.”

Yakma işlemini anlayabilmek için Ateş Kültü kavramını anlamamız gerekir. Ateş kültü, fars zerduşluğunda olduğu gibi ateşe tapmak değil; ateş'i Tengri'ye erişmek için bir araç olarak kullanmaktır. Bu sebeble Türk törenleri incelediğimizde "Buğ'un bedeni yakılır, canı uçar ve Tengri'ye erişir" sonucuna ulaşabiliriz. Mumyalama işlemi, Kağan için yapılacak yuğ törenine uzak ülkelerin davet edilmesi, davete cevap alınması ve bu uzak ülke temsilcilerinin gelebilmeleri için cesedin birkaç yıl bekletilmesi zorunluluğundan kaynaklanmıştır. Mumyalama için gerekli malzemeler, uçsuz bucaksız ormanlardan sağlanabiliyor ve Türklerin kullandığı bu yöntemler mısır mumyalarından çok daha gelişmiş bir şekilde yapılabilirdu. Buna en tipik örnek olarak Doğu Türkistanda yer alan Türklerin 3800 yıllık mumyası lolan güzeli gösterilebilir. Bu mumya teknik açıdan çok gelişmiş olmakla birlikte, batının Türkleri tek şekle ve kalıba sokma girişimlerini de boşa çıkarmış ve Türklerin tek şekle ve kalıba sığmayacak kadar büyük bir ırk olduğunu bize göstermiştir.

“Çok sayıdaki metinden ölünün rahatsız edilmeyecek koruyucu bir yere yerleştirildiğini öğrenmekteyiz. Bu yer, genellikle cenaze törenleri için kullanılan ya da bu vesileyle kurulan özel bir kurgan / korunan yer, bir cenaze yeridir.”

“Türklerin eski tarihlerden beri kefen kullandıkları kanıtlanmıştır.”

“Genel olarak ölünün etler ve içeceklerle birlikte gömüldüğünü öne sürebilecek yeterli bilgimiz vardır.”

“Özetle, kurganlarda ölünün öteki dünyada (ölüm sonrası yaşamda) ihtiyacı olacağını düşündükleri her türlü nesneyi gömmekteler.”

Gök Tengri (Ulu Tanrı) İnancında: Kam ve Bakşi

Tengricilikte Kam, kutsal birisi değildir. Sadece ruhlar ile iletişim kurabildiği ve bilge olduğu için toplum ona saygı gösterir. Bu yüzden diğer dinlerden tanılan din adamları ile karşılaştırılması doğru olmaz. Kam'ın en önemli görevleri bozulan dengeyi tekrar yerine getirmek ve hastaları iyileştirmektir. İnsanların günlük ibadetleri için bir kama ihtiyaçları yoktur.

Bâzı kamlar daha güçlü ruhlar ile iletişim kurabilir ve diğer kamlardan daha güçlü olur. Ak ve Kara kamlar vardır. Bunların görevleri ve hünerleri farklıdır. Ak kamlar bozulan dengeyi tekrar yerine getirmek için uğraşırken, kara kamlar ise kötülüğü (kötü ruhları) kovmak için uğraşır. Kamların giysilerine manyak denir. Kam'ın manyağına asılı bir sürü kendisine güç veren ya da kendisini kötü ruhlara karşı koruyan, kötülüğü korkutacak eşyalar vardır.

Kamların ateşle arınması
“Her şeyin ateşle arındırıldığına inanıyorlar. Dolayısıyla elçilerin veya prenslerin veya diğer herhangi bir yabancı kişinin gelmesi hâlinde bu kişilerin ve getirdikleri hediyelerin tehlikeli olması, büyü yapmaları, zehir getirmeleri veya herhangi bir kötülük yapmaları ihtimaline karşı arınmalarını sağlamak için ateş arasından geçmeleri gerekmektedir.”

Kamların doğaya verdikleri önem
“Daha önce belirlediğimiz gibi hayvan türlerinin yitirilmesi kaygısı, yani doğaya saygı, çevreyi koruma, ihtiyaçtan fazlasını tüketmeme veya doğayı incitme endişesi, oldukça iyi bilinen birçok töre ve geleneğin kaynağını oluşturur. En iyi şekilde Moğol çağında tespit ettiğimiz bu gelenekler, herhâlde o çağdan çok önce ortaya çıkmış, ama ancak Cengiz Han döneminde yasak altında yasalaştırılmışlardır.”

Kamların uygulamaları
Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre eski Türk inancının temelleri Göktanrı, Güneş, Yer Su, atalar ve ocak (ateş) kültleridir. Bu bağlamda Türk halklarının inandığı inancın temelinde insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır.

“İbn-i Sina görünüşe göre Türkmenlerin, yani Yörüyen (Yörük) Türklerin bir kabilesinde gerçekleşen bir şaman seansına katılmıştır: ‘Bir kehanet elde edebilmek için başvurulduğunda kâhin nefes nefese kalasıya kadar ritülini yapıyor. Bu durumdayken gördüğü şeyleri dile getiriyor ve orada hazır bulunanlar, gereğini yapmak için sözlerini dikkatle dinliyorlar.’

“Belki de bir tür kutsal kabul işlemi veya bu aşamaya erişmeyi kutlayan herhangi bir tören sonucunda gereği gibi hazırlanan ve gerekli aletleri kuşanan şaman, müzik eşliğinde kendi etrafında dönerek çıkardığı hayvan seslerinden, doğayı taklitlerinden kendi varlığının bilincini unutacak kadar sarhoş hale gelebilecektir. Bu durumda tecrübesini, öte dünyaya yolculuğunu, zorlu yükselişini veya tehlikeli düşüşünü, hayvan biçimli ruhlarla olan savaşlarını, bitkin olarak kuvvetten düşünceye kadar mimiklerle canlandıracaktır. Burada esas olarak amaç, tinleri bildikleri sırlar hakkında sorguya çekmek, kişilerin ruhunu, görünmez veya serseri yaratıklar tarafından çalınan ve onlar tarafından kaçırılmakla tehdit edilen ruhları aramak, yani ruhsal yöntemler aracılığıyla tedavi etmektir.”

Rüzgâr tayı ve Buyanhışıg

Tengriciliğin günümüze kadar çok canlı kalmış olan Moğolistan'da insanların kişisel gücü "Rüzgâr tayı" olarak tanımlanır. Rüzgâr tayının gücü, insanın dünyasını dengede tutması ile bağlantılıdır. Çok güçlü bir rüzgâr tayı, insanın sağlam bir mantığa sahip olmasını, kişisel gücünü dışarıya yansıtmasını ve daima doğru kararlar vermesini sağlar. Eğer bir insan gücünü kötü niyetleri için kullanır ve böylece dengeyi bozarsa bu, onun rüzgâr tayını zayıflatır. Böylece kötülük yapan insanların kendilerine de zarar verdiklerine inanılır (Karma felsefesinde olduğu gibi).

İnanışa göre rüzgâr tayı her gün yapılabilen ufak uygulamalar ile güçlendirilebilir. Mesela kıymetlı bir içecekten göğün dört yönüne doğru sıçratılarak, Gök'e (Tengri'ye), yere ve atalara adak verilir ve dua edilir.

Buyanhışıg ya da kısaca Buyan da rüzgâr tayına benzeyen bir kavramdır. Bir insanın davranışları ile güçlenir ya da zayıflar. Örneğin; atalara karşı saygısızlık yapıldığında ve gereksiz yere doğaya zarar verilip hayvanlar öldürüldüğünde insanın Buyanı zayıflar. Rüzgâr tayında farklı olarak Buyan, daha çok toplumsal bir enerji kaynağı olarak görülür. Bir kavime ait olan tek bir kişinin yaptığı hata ile tüm kavimin Buyanı zayıflayabilir. Bu yüzden insanlar, birbirlerine karşı da hata yapmamaları için dikkat ederler. Bir kavimin Buyanını güçlendirmek için toplu törenler yapılır.

Rüzgâr tayı ve Buyan inanışları, insanların bâzı kurallara uyarak birbirleri ve çevreleri ile geçinmelerini sağlar.

Bilim

Bengü Taşlar, Kadim Türkler'in neye inandıklarını kanıtlamakta ise de yabancı halkların kalıntılarında Türklerle ilgili yazılarda bulunmaktadır. Örneğin Türklerle ilgili diğer bilgiler, Çin, Arap, Fars ve Bizans kitâbelerinde yer alır. Ancak bu halklar, Türkleri çoğunlukla düşman olarak görmüş oldukları için kendilerine göre düşmanca yorumladıklarından yazdıkları da tarafsız olmadığından neredeyse hiç olumlu değildir. Buna rağmen bu kaynaklarda da faydalı bilgiler bulmak mümkündür.

Batı toplumları, orman kavimleri olarak asalak bir yaşam sürerken, Türkler demirin, çeliğin ve her türlü madenin Saka Türklerinden beri ustalıkla kullanıldığı yabancı kaynaklarcada bilinmektedir. Madenleri ustaca kullanan Türkler, 3000 yıl önce altını iplik haline getirip kendisine altından elbise yapmış ve günümüz kıyafetine şeklini vermiştir. Atı ehlileştirmiş ve ata rahat bine bilmek için pantalonu icad etmiştir. Turfan sulama kanalları inşa ederek mevsiminden önce meyve ve sebze üretmiştir. Fakat Türkistandaki toprak verimliliği, batıya oranla 200 kat daha düşük olduğundan bu topraklara sığmayıp taşanlar göçmüş ve gittikleri yeri yurt edinip geliştirmiş, devletler ve medeniyetler kurmuş, imparatorluklar meydana getirmiştir. Yakın dönemde batılılar, kadınları insan ile hayvan arasında bir ruha sahip olduğu hükmüne varıp okumalarını yasaklarken, bilimle uğraşan insanları cadı diyerek yakarken ve dünya'nın düz olduğunu iddia ederken, Türkler dünyanın sonsuz boyutta sonsuzluk içinde yer alıp bir çember halinde döndüğünü bilip, 12 hayvanlı Türk takvimi oluşturmuş ve bilimin temeli matematiği icad ederek, dünyanın gerçeğe yakın haritalarını çizmiştir. Haçlı seferleriyle, Türklerden bilimi ve Yesevi - Maturidi akılcı anlayışı alıp, sorgulamayı yasaklayan bilim düşmanı hıristiyanlığı terkederek aydınlanırken, Yavuz sultan halifelikle birlikte, Türk topraklarına cahil arap emeviciliğinin eşari zihniyetini sokmuştur. Yavuz'un bu hatası, zehirli yemişlerini oğlu Süleyman (batının muhteşem dediği padişah) döneminde vermiş, Türk dergahlarında sorgu imanın yarısıdır anlayışı terk edilip, şeyhin şıhın söylediği sorgulanmaz mantığı getirtilmiş, Gök yüzünü izleyen rasathaneler meleklerin bacaklarını izliyorlar gerekçesiyle taşlanıp yakılmış bu sayede hem Türk bilimi gerilemiş hemde Gök yüzünü izleyemedikleri için orucu erken açtırarak milyonlarca Türk'ün ibadeti sakatlanmıştır. Matbaa gevur işidir diyerek, Türk yurduna sokulmamış, batılılar bir kitabı 1 yılda matbaa ile 1000'e çoğaltıp 10000 kişiye ulaşırken, Türkler bir kitabı 1 yılda elle 10'a çoğaltıp 100 kişiye ulaşabilmiş ve akıl terk edilip biat ön plana çıktığından çöküş başlamıştır.

Yakın dönem Türk araştırmacısı Kaşgarlı Mahmud'un 11. yüzyılda tamamladığı Divân-ı Lügati't-Türk adlı sözlüğü, Tengriciliği araştırmak açısından en kıymetli kaynaktır. Kendisi Müslüman olan Kaşgarlı Mahmud, kâfirler diye adlandırdığı Tengrici Türklerin yaptıklarını beğenmediğini her fırsatta belirtmiştir. Buna rağmen yazdığı eseri günümüze kadar, İslâm öncesi Türkleri araştıran bütün bilimciler arasında en güvenilir kaynak olarak kabul edilir.

Günümüzdeki yeni Tengricilik

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra komunist ve marksist rejimin baskısından kurtulmuş olan Türk halkları, tekrar kendi köklerini ve millî kişiliklerini aramaya başlamışlardır. Bu gelişme, 1990'lı yıllarda ilk başta Tataristan'da, sonradan Rusya'da ve Kırgızistan'da belli olmuştur. Tataristan'da bu hareketin ismi ilk başlarda "Bizneng yul" (Bizim yol) iken sonradan "Tengirçilik" (Tengricilik) daha sık duyulur olmuştur. Zamanla Tengricilik, halkın arasında yaygın olan bir heves olmaktan çıkmış, devlet tarafından desteklenmeye ve enstitüleri kurulmaya başlanmıştır. Böylece 1997 yılında Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te Tengrici bir topluluk kurulmuş ve en son verilere göre 500.000 resmî üyeye sahiptir. Tengriciliğin Kırgızistan'da bulunan başka önemli bir kuruluşu da "Tengir Ordo" (Tengri'nin Ordusu)'dur. Bu kuruluş, Kırgızistan'ın parlamentosunda milletvekili olan Dastan Sarygulov tarafından kurulmuş ve yine kendisi tarafından yönetilmektedir. Ayrıca Tengricilik araştırma merkezidir. Bu kuruluş, İstanbul Üniversitesi'nin Türk Dünyası Araştırma Merkezi ile bir işbirliği yapmaktadır. Tengir Ordo'nun çalışmalarına zamanla diğer Türk halklarının da ilgisi artmış ve Orta Asya'da çok kez basına yansımıştır.

Kazakistan'ın Başbakanı Nursultan Nazarbayev ve Kırgızistan'ın Başbakanı Askar Akayev, yaptıkları konuşmalarında Tengriciliğin Türk halklarının ortak millî ve geleneksel inancı olduğunu vurgulamaktadırlar.

Tengriciliğin Moğolistan'daki organizasyonu "Golomt Center for Shamanist Studies" (Golomt Şamanist Çalışmalar Merkezi)'dir. Bu kurum, Tengriciliği araştırmanın yanı sıra bu inancı Batılı ülkelere de tanıtıp yayma amacıyla bir İngilizce İnternet sitesi yayınlamaktadır.

Ayrıca Prof. Dr. Schagdaryn ve Dr. Sendenjaviin Dulam gibi bâzı Moğol bilimcileri, Dünya'nın birçok yerinde yüksekokullarda konuşmalar yapmaktadırlar.

'80'lerin sonu ve '90'ların başında, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla, Çuvaşistan'da Vattisen Yaly adı verilen ve Çuvaş Toplumunun etnik dinini yeniden canladırmayı hedefleyen bir Tengricilik şekli ortaya çıkmıştır. Vattisen Yaly'i takip edenler "Doğru Çuvaş" olarak tanımlanmaktadır. Çuvaş Ulusal Kongresi, 1990'lar boyunca boyunca bu Ulusal Din düşüncesini sürdürmüştür. Ülkenin aydınları, bu inanışın izini sürerek, eski ritüelleri yeniden uygulayarak topluma kazandırmışlardır.

Bu gelişmelerin yanında Türkistan'daki ülkelerinin bayraklarında ve armalarında Tengricilikle alakası olan sembollerin geriye döndüğü dikkati çekmektedir. Özellikle Gök'ün mavi rengi ve kurt sembolleri günümüzün Türk Cumhuriyetleri'nin bayraklarında yer almaktadırlar.

Gök Tengri (Ulu Tanrı) inancının esasları

  • Çok tanrılı gibi gözükmesine rağmen aslında tek tanrılı bir dindir. Bu inanca göre Tengri tektir, en üstündür ve her şeyin yaratıcısıdır.
  • Tengriciler, kendi dinlerinin kitaplı dinlerden önce var olduğuna inanırlar.
  • Umay, Ülgen, Erlik Han gibi iyi ruhlar, Gök-Tengri'nin özel melekleri olarak da kabul edilebilir.
  • Tengriciler doğaya çok önem verirler. Doğada bir dengenin olduğuna, bu dengenin değiştirilmesi durumunda insanların ve diğer canlıların zarar göreceklerine inanılır.
  • Tengriciler, hayvanların ve bitkilerin de ruhları olduğuna inanırlar.
  • Tengriciler, doğadaki diğer canlı (hareketli) ve cansız (hareketsizlerin) maddelerin de ruhları olduğuna inanırlar. (bkz. Yer-Su İnancı)
  • Bâzı dağlara, ormanlara ve ırmaklara kutsal değerler yüklerler.
  • Tengriciler bâzı gezegenleri, uyduları, yıldızları, yıldız kümelerini ve diğer astronomik cisimleri kutsal sayarlar.
  • Tengricilik'de erkeğin toplumdaki statüsü, kadınınkinden üstün değil eşitdir.

Günümüzde devam eden Tengricilik âdetleri

  • Gidenin ardından su dökmek
  • Tahtaya üç kere vurma
  • Kurşun dökme (Seğirleme)
  • Mezar ve Türbe hazırlamak
  • Mezarların ayak ucuna suluk koyma
  • Loğusa kadının başına kırmızı kurdele bağlama
  • Düğünlerde gelinin başı üzerinden kuruyemiş, pirinç türü gıdalar atmak
  • Elleri yukarı doğru açarak dua etmek
  • Ölen, evlenen, doğan çocuk için 40 gün beklenmesi
  • Semah
  • Gelinlerin başına ayna koymak
  • Ağaca çaput bağlamak